Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet
etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir.
Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona
bir avuç tuzu bir bardak suya atıp tadına bakmasını söyler. Çırak,
yaşlı adamın söylediğini yapar; ama içer içmez ağzındakileri
tükürmeye başlar.
Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle, "acı" diye cevap verir.
Usta çırağını kolundan tutar ve birlikte dışarı çıkarlar.
Konuşmadan az ilerideki gölün kıyısına giderler ve çırağına bu kez
de tuzun hepsini göle atıp, gölden su içmesini söyler.
Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla
silerken, usta ısoruyu sorar: "Tadı nasıl? "
"Ferahlatıcı", diye cevap verir genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?", diye sorar yaşlı adam.
"Hayır", diye cevaplar çırak.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş çırağının yanına
oturur ve şöyle der:
"Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı
aslında hep aynıdır. O sadece acıdır. Ancak bu acının şiddeti, neyin
içine konulduğuna bağlıdır. Acıyı hafifletmek için yapman gereken
tek şey acı veren şeyle ilgili bilgini, hislerini ve düşüncelerini
genişletmektir. Onun için sen artık bir bardak su olmayı bırak,
berrak bir göl olmaya bak."
-Ustam bana göl olmayı öğret lütfen.
-Öğretmeye başladım ya işte!
***
Schopenhauer diyor ki…
"Çekilen her acının ve mutsuzluğun en etkili avuntusu, bizden fazla
acı çeken ve mutsuz olan kimseleri düşünmektir."
Bana kalırsa acıyı acıyla kıyaslayarak alt etmeye çalışmak
kandırmacadan öte geçmez. Bence acının ruhumuzu ezme nedeni, bizim
acının bilgisinden yoksun oluşumuzdur…